Kitap İnceleme: Joseph Campbell'dan "Saf Mutluluk"
Ekim Ayı Kitabı Üzerine
Merhaba,
Kulübümüzün ikinci kitabı olan Joseph Campbell’ın Saf Mutluluk kitabı hakkında benim fikirlerimi paylaştığım yazıya hoşgeldiniz.
Her ayın üçüncü pazartesi günü, seçtiğimiz kitaba dair fikirlerimi iletiyorum. Bu inceleme yazısını ayın üçüncü haftasında göndermeyi seçmemin bir nedeni var; doğrudan kendi yorumlarımı dikte ediyormuşum gibi olmaması adına önce kitapla kendiniz buluşmanız. Umarım ki geçtiğimiz üç hafta içerisinde kitapla haşır neşir olacak vaktiniz olmuştur.
Bu sayıda benimle aynı fikirde olduğunuz ya da olmadığınız yerleri daha açık bir şekilde görebilmeniz adına “Ben bu kitapta ne buldum?” onu anlatmak istiyorum. Biraz uzun bir yazı olacak. Haftaya, 28 Ekim Pazartesi günü 21:00’de yapacağımız canlı yayında üzerine tartışırız.
Önce “Charitable Reading” hatırlatması📌
Charitable reading, bir düşünme prensibi ve Türkçe karşılıkları bence tam olarak anlamını karşılaşmıyor. “Hayırseverlikle okumak” gibi bir anlamı var. Kastedilen basitçe şu, bir fikri dinlerken ya da okurken, eğer amacınız eleştirel bir çalışma yapmak değilse, söylenenleri olması muhtemel en makul şekilde yorumlamak. Yani metni fazla hayırseverlikle (!) okuyarak, kimi yerlerde örneğin anlatım bozukluğu veya anlam belirsizliği olduğunda “Şöyle diyordur herhalde…” diye düşünmek. Charitable reading kapsamı hayli geniş, bazen Aristoteles gibi bir düşünürün metinlerinde köleliğe dair fikirlerini görünce hayalkırıklığına uğrarsınız ve içinizden “Sonuçta o çağın gerçekleri…” diye geçebilir. İşte bu da böylesi bir yaklaşıdır; karşınızdaki metne iyimserlikle yaklaşarak ona dair anlayış geliştirmek.
Bunu anlatma sebebim şu, Joseph Campbell, 1904 yılında New York’ta doğdu ve 1987 yılında öldü. Dolayısıyla metni okurken yer yer bizim içinde bulunduğumuz çağı yeterince yansıtmadığını düşünebilirsiniz. Nitekim öyledir de, özellikle kadın-erkek ilişkileri ve Batı-Doğu düşünce sistemlerine dair söyledikleri doğrusu biraz basma kalıp. Bilhassa 80’lerden sonra kadınların iş hayatına katılımı muazzam oldu; hem post-modernist tartışmalarla kadınlığın, anneliğin, cinsiyetin tanımları sorgulandı hem de bilgi iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler sebebiyle iş sahalarındaki öncelikler değişti.
Kadın-erkek ilişkilerinde yaptığı aşırı genelleme meselesine benzer bir şekilde Doğu ve Batı kıyasını da biraz haksız bir genelleme ile ele alıyor. Öncelikle yüksek kültürleri Doğu ve Batı olarak ikiye ayırıyor, bu sınırı Pers İmparatorluğu’ndan çiziyor. Sonrasında Doğu’da en temelde iki yaratıcı iki kültür olarak Hint ve Japon-Çin kültürlerine işaret ediyor.
O yüzden kitapta Yahudi & Hıristiyan Avrupa ile Hindu & Budist Doğu kıyasıyla karşılaşıyoruz. Bu kıyas anlamsız değil; benim de genellemelerle konuşmak durumunda kaldığımda yaptığım bir şey doğrusu. Ama ben farklı paternlere işaret ederek bırakırken Campbell’dan Batı güzellemesi görüyoruz.
Bunun sebebi sanırım açık. Onun da içinde yaşadığı bir anlatı var, liberalizm. Dolayısıyla bireysellik, özgürleşme, hareket, değişim gibi kavramların alttan alta övülmesine karşın birliğin, özdeşliğin, düzenin, bağlayıcı yasaların kahramanlaşma konusunda engel arz ettiğine dair bir vurgu var. O yüzden kitabı benim birazdan yapacağım gibi inancın nedeni ve bilginin sınırları bağlamında okumak yerine liberal vs. otoriteryen anlatı ikiliğinde okursanız bambaşka bir pencere açıyor. Hatta kitabın politik & ekonomik krizlere kılıf uyduran başka bir mit olduğunu dahi düşünebilirsiniz! :) (Bunun için her zaman eleştirel teorisyenlerin metinlerine de bakmakta fayda var.)
Dahası, onun bakışı çeşitlilikteki ortaklıklıkları görmek üzere motive olmuş durumda. Bu ortak yapıyı aydınlatmak elinde bir anahtar kuram var, monomit. Dolayısıyla soyutlamalar yaparak genellemelere varmaya çalışıyor. Bu yüzden size geçen hafta gönderdiğim ek öneriler arasında iki eleştirel makalenin de söylediği gibi, aslında dünya üzerindeki tüm mitolojiler bu şablona uymuyor.
Peki bu gibi eleştiriler kitabı değersizleştiriyor mu? —Bana kalırsa hayır.
Dürüst olmak gerekirse bugüne dek hiçbir eleştiri sunulamayacak derecede “tam” bir kitap okumadım. Kişisel olarak metinlere meraklı bir öğrenci edasıyla yaklaşıyorum. Çünkü amacım bakışımı zengileştirecek besin bulmak oluyor.
Bu Kitapta Ben Ne Buldum?
Campbell’ın Doğu-Batı kıyası ya da mitolojinin tek bir şablona oturtulan evrenselliği hususunda söyledikleri bütünüyle yanlış olsa bile kitapta felsefi açıdan dikkat çekici ve tartışmalı bir bölüm var, mutluluk için belirli bir mitsel anlatının zorunluluğu ve dahası bu anlatının doğru olup olmamasının pratikteki işlevine etkisinin sıfır olması. İşte tam da benim bahsetmek istediğim yer burası.
Şöyle bir soru soruyor Campbell:
Büsbütün bir felaketle karşılaşsam, sevdiğim ve uğruna yaşadığımı düşündüğüm her şey yerle bir olsa, ne için yaşarım? Eve gelip ailemi öldürülmüş evimi yanmış bulsam ya da bir felaket yüzünden kariyerim yerle bir olsa, beni ne ayakta tutar?
Bu tür şeyler yaşamış dindar insanlar tanıyorum. “Tanrı’nın buyruğudur.” derler, inanç onların işine yarar. Peki sizin hayatınızda bu rolü üstlenecek ne var? Uğruna hayatınızı feda edeceğiniz o muazzam şey nedir? Sizi yaptığınız şeyi yapmaya iten nedir?
İşte bu soru bize felsefi bir tartışma alanı açıyor:
1️⃣ Birincisi, mutlu bir hayatın önkoşulunun yaşamı anlamlandırabilme becerisi olduğunu söylüyor.
2️⃣ İkincisi, bu anlamın dünyevi etkinliklerle örneğin Maslow’un piramidindeki gibi barınma, entelektüel faaliyetlerle kurulamayacağını, onun aşkınlığa dayanması gerektiğini söylüyor.
3️⃣ Üçüncüsü, aşkınla kurulan anlamsal ilişkinin doğruluğunun hiçbir önemi olmadığını, zaten gerçek olanın ne olduğunu bilmediğimizi ve bilemeyeceğimizi söylüyor.
4️⃣ Dördüncüsü, bu aşkınla kurulan anlamsal ilişki (ya da artık ona mitsel ilişki diyelim) doğru olmasa bile bir şekilde işe yarıyor. Dolayısıyla onun işe yararlılığı doğruluğunun önüne geçiyor.
O halde felsefe terminolojisinde Campbell’ın fikirlerini bir bağlama yerleştirseydik:
1) Bilgi konusunda septik/şüpheci,
2) Bu yüzden söz konusu din olduğunda teoride agnostik,
3) Uygulamada pragmatisttir derdik.
Bizim bunu konuşmamız gerek. Çünkü yanılmıyorsam, günümüzde insanlar akın akın bu pozisyonu tutmaya başladı. Elbette bunu yapmak için burada David Hume üzeri William James tartışmayacağım ama kesinlikle yerinde olurdu.
Nedir ‘Aşkın’ Anlatı?
Mit, Şimdiki Zamanla İlgili Olarak Aşkın Olandır."
Kitapta çok sık kullanılan aşkın kavramı ile başlamak gerekiyor. Burada Campbell’ın aşkınlıkla ilgili kastettiği şey, Kant felsefesinde andığımız transcendental kavramının karşılığı olarak aşkınlık değil; daha çok, transendent kavramının karşılığına denk düşüyor. Şimdi ve burada yaşamakta olduğumuz gündelik pratiklerimize mikroskopik bir açıdan yaklaşmak yerine onları zaman ve mekan üstü bir bağlamda bir anlamsal şablona oturmak esasen bu. Bir nevi tanrısal bakış açısı. “Bir tanrı varsa şayet, o, varlığa baksaydı ne görürdü?” sorusunun yanıtı.
Campbell’ın da söylediği gibi bütün yaratılış mitolojilerinde her şeyin nasıl başladığına ve neden burada olduğumuza dair bir açıklama modeli vardır. Bu açıklama modeli, sizin gündelik yaşantınızı, ilişkilerinizi, tüm bu olayların cereyan ettiği zaman ve mekanı aşar, onlara aşkındır. Dolayısıyla bu mitsel anlatılar olayları kendi tekilliğinde değil; o çerçevede değerlendirmenizi sağlar.
Şöyle diyor Campbell,
“Mit kendinizi konumlandırabileceğiniz bir alan sunar. (…) Mitolojisi olmayan halklar için dünya bir labirenttir. Mitsel bir figür, okulda çember çizmek için kullandığınız pergele benzer.”
Bu durum bizi mitolojinin ilk işlevine getiriyor, kozmolojik işlev. Mitoloji, bilinç ile yaşamın doğası arasında bir uzlaşma sağlar.
İnsanlık tarihine baktığımızda birbirinden üç farklı kozmolojik & mitolojik anlatılar görüyoruz:
1.1. Yaşamı Olumlayanlar
1.2. Yaşamı Olumsuzlayanlar
1.3. Zerdüştlükte olduğu gibi, yaşamı karanlık ve aydınlığın savaşı olarak görenler ve dahası insanın etkin bir rol alarak bu mücadele ile değiştirebileceğini düşünenler. Yani özetle, olumlayabilecek hale getirene kadar değiştirmeyi salık verenler.
Campbell diyor ki, hangisinin gerçek olduğu veya gerçekliğe uyduğu hiçbir önem taşımıyor. Yani bir bilim olarak kozmoloji veya disiplin olarak ontolojinin alanında değiliz. Asıl mesele bu anlatıların doğruluğundan ziyade onların üstlendikleri rollerdir.
“Hakikat bu mu? Kimin umrunda ki, kişisel gelişime yardımcı olmak için mitolojinin akla yatkın olması gerekmez, rasyonel veya doğru olması da. Sadece güvenli olması gerekir.”
Ayrıca mitolojinin, mistik huşu duygunuzu söndürecek ve evrende karşınıza çıkan her şeyi açıklayacak bir kozmos imgesi sunması, belirli bir sosyolojik sistemi onaylaması ve sürdürmesi, psikolojik açıdan bireylere doğumundan ölümüne dek eşlik etmesi gerekir diyerek üç görev daha sıralıyor.
Bugün seküler bir toplumda yaşıyoruz. Artık kozmolojik işlev bilimin ellerinde. Fakat büyük resimde yerimizi tayin edecek ve psikolojik açıdan erginleşme serüvenimize destek olabilecek bir kaynaktan da yoksunuz. Campbell’ın bu kitabı yazmasındaki temel amaç da tam olarak bu noktada açığa çıkıyor.
Dindeki Mitoloji…
Bu kısımda dindarlığın yitiminden dem vurarak bizi herhangi bir dine mensup olmaya davet ediyor gibi gelebilir kulağa başlangıçta. Fakat durum öyle değil. Nitekim “Din, yanlış yorumlanmış mitolojidir.” şeklinde kayda değer bir iddiası var.
Kurumsallaşmış tüm dinlerin barındırdığı aşkın anlatıların, mitolojik çağdan uyarlama olduğunu fakat bu uyarlanış sırasında büyük bir hata yapıldığını iddia ediyor. Mitsel anlatılarda kapıdan geçme, kovulma, düşüş, bakire anne, şeytan, cennet gibi semboller, kişilerin içsel dünyasındaki psikolojik yolculuğunu ifade eder. Buna karşın, onun verdiği örnek ile Hıristiyanlık, tüm bu mitsel ögelere tarihsel bir gerçeklik atfeder. Dolayısıyla bakire Meryem’den tanrının oğlunun doğması, tarihi bir gerçeklik iddiası barındırdığı an hem işlevini kaybeder, hem de artık akıl aracılığıyla sınabilecek bir düzlemde olduğu için anlatının geçerliliğini yitirmemesi söz konusu dahi olamaz.
Kurumsallaşmış dinlerde semboller ve gerçekler karıştırılmıştır. Dahası, kişilerin manevi gelişimi için ihtiyacı olan şey bir takım tarihsel kişilikler ve onların yaşadığı gerçek olaylar değil; onlara kendi yolculuklarında yol gösterecek sembolik rehberlerdir. O yüzden Campbell’a göre, mitolojik anlatılar kurumsal bir din haline geldiğinde kendi sonunu hazırlamıştır. Bu sürecin sonunda ise hiçbir mitsel geleneği olmayan, karanlıkta kaybolmuş, derinlikleriyle irtibatını yitirmiş modern insan krizi ortaya çıkar.
Nietzsche, Campbell ve Schopenhauer….
Bu kriz felsefe tarihinde, Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” cümlesinde cisimleşir. Nietzsche de, genellikle sanıldığının aksine, geleneksel Hıristiyanlık değerlerinin geçerliliğini yitirdiğini ve dolayısıyla eski ahlakın belirleyicisi olan tanrının öldüğünü söylerken neşeli değildi; aksine, bu kapıda bizi bekleyen bir krizin yani nihilizm tehlikesini işaret ediyordu.
Campbell, kitapta da ismini andığı Nietzsche ile bu konuda aynı fikirde görünüyor. Tanrılarımızı yitirmemiz, tanrının gerçekte var olup olmamasından öte psikolojik bir sorun olarak açığa çıkıyor. Nitekim Nietzsche de tanrı ile ontolojik/epistemolojik bir problem olarak ilgilenmedi. Daha ziyade etik bağlamda tanrının rolü ve temsil ettiği değerleri düşündü.
Fakat Campbell, Nietzsche’den bir açıdan farklı olarak, tanrının ölümünü onun kurumsallaşmasına bağlıyor. Dolayısıyla Tanrı, biz onu gerçek kılmaya çalıştığımız için öldü. Nitekim tanrı, mitsel bir sembol olmaktan çıkarak gerçekleştiğinde, bilginin, nesnesi haline geldi. Dolayısıyla gerekçeleri, tutarlılığı, kanıtları tartışılması gereken felsefi bir probleme dönüştü.
O yüzden Campbell’a göre, tıpkı Nietzche’nin de dediği gibi, bu davaya layık olmak için bireylerin kahramanlık hikayelerini yazarak tanrılaşması gerekiyor.
Peki nasıl? Esasen, Nietzsche de, geleneksel anlatıyı yıkıp geçtikten sonra yaşamı olumlayan, sembollerle bezeli bir anlatı yaratmıştı. Bu anlatıda üst insan olarak adlandırılan bir ideal vardır. Üst insan, içinde bulunduğu düzeni alaşağı edebilme cesaretini gösterir, bir deve gibi başlangıçta taşıdığı tüm yüklerinden kurtulur ve en sonunda bir çocuğun oyununda kendini gösterir.
Benzer bir şekilde Campbell da, öyle ya da böyle, eylemlerimizi anlamlandırmak ve motive etmek adına, bir anlatıyı idealize etmemiz ve sonra onu yaşamamız gerektiğini söylüyor.
“Eski gelenekler insanlara böylesi bir mitsel destek sunuyordu. Bugün bir mitsel geleneğin oluşması için gereken durağanlığa sahip değiliz, yuvarlanan taş yosun tutmaz. Mit yosundur. Bu nedenle artık bunu doğaçlama bir şekilde kendiniz yapmak zorundasınız.”
Campbell’a göre, artık insanlık için ortak bir anlatı yaratmak mümkün görünmüyor. Bir ihtimal varsa bile bu iş şairlere ve sanatçılara kalmış… Dolayısıyla onun önerisi, başka bir kültürün mitini alıp kendimize giydirmeye çabasını bırakmak ve akabinde bu hayatı daha anlamlı hale getirmemizi sağlayacak kendi aşkın anlatılarımızı yaratmamızın gerektiği yönünde.
Bir Kahramana Dönüşmek…
Burada Campbell’ın üst insan’ı olarak okunabilecek kahraman figürü ile karşılaşıyoruz. Kahraman, çağrıyı duyduğunda kendi hikayesinin sorumluluğunu alarak yola çıkan ve dönüşerek başladığı yere dönen bir karakter. Ya da şöyle diyelim, kendi hayatının filminde başrol oynamaya girişen kişi o.
Çağrı meselesi, kitapta çok mistik bir konuymuş gibi görünse de oradaki ufacık bir Schopenhauer atıfı bence konuya bambaşka bir açıdan yaklaşmamızı sağlıyor.
Schopenhauer, kabaca, irademizle özgür seçimler yapmadığımızı, nitekim evrende hiçbir şeyin iradi olmadığını, dolayısıyla bugün yaşamakta olduğumuz olayların sebep - sonuç ilişkisi içerisinde koşullandırıldığını söylemişti.
Hem genellikle hatırlamadığımız geçmiş deneyimlerimizin bilinçaltımızdaki tortusu, hem de dünyada hakim süren nedensellik, zaten biz istesek de istemesek de bizim için bir “çağrı” yaratıyor. Yani bir açıdan, bu çağrıyı biz seçmiyoruz. O yüzden edilgin olduğumuz, duyduğumuz, işittiğimiz, kulağımıza gelen bir ses bu. Kişiler kendi çağrılarının niteliği veya onun için çizdiği yol konusunda söz hakkı sahibi değiller. Dolayısıyla buraki belirlenim, tanrısal olmaktan ziyade fiziksel ve ilişkisel.
Campbell’ın bahsettiği kendi çocukluk anısına da bakarsak, çocukken izlediği bir oyunda gördüğü bir yerlinin ok atması sahnesi onu çok etkilemiş ve onda peşi sıra bazı ilgilerin oluşmasına yol açmış. Bir yazgımız var fakat burada benim yazgıdan anladığım şey, belirlenimler. Dolayısıyla bu yazgı yaşamın kendisine içkin.
Bu yüzden kendi hikayemizi sil baştan yazmaya çalışmak ya da kağıt üzerinde idealize ettiğim bir kurgusal anlatıyı sahiplenmekten ziyade hali hazırda bende filizi olan bir hikayenin ortaya çıkmasına olanak tanımamız gerektiğini söylüyor. Şöyle de denilebilir, kişisel kahramanlık serüveniniz bir potansiyel olarak adeta katlı bir şekilde açılmayı bekliyor. Burada asıl mesele, o olanakların serimlenmesine müsaade edecek misiniz ya da aksine katlı kalması için kendinize otosansür uygulamaya devam mı edeceksiniz?
Nietzsche açık bir şekilde, herkesin üst insan olmayacağını söyler. Bana kalırsa Campbell’ın kahramanı için de bu geçerli. Çünkü kitapta belirlenim, bilinçaltı, özgür irade tartışması çok havada kalmış olsa da haklı bir soru ortaya çıkıyor: Madem ki eylemlerimiz belirleniyor, o halde kahramanlık hikayemi yaşamaya cesaret edemiyor oluşum da koşulların sonucu değil mi? Bende katlı halde duran potansiyelin edimselleşmesine karşı koyan her karşı dürtü de bana içkin değil mi? Tüm bu belirlenimler arasında ben kimim ve neyim?
Bu problem Campbell’da hem Freud hem Jung atıflarıyla aşılmaya çalışılmış. Benlik, pek genişçe bir deniz; ego, gelişime açık bir spot ışığı, bu spot ışığının dışına itilenler gölge (ya da Freud’da bilinçaltı), bir de tabii toplumsal yaşantının belirlenimine göre takıntığımız maskelerden söz ediliyor.
Campbell’a göre ego, bir gerçeklik işlevi. Bizi daimi olarak belirlemeye çalışan bilinçaltı dürtülerimiz/id’den başka bir şey. Dolayısıyla Doğu felsefesinin önerdiğinin aksine ondan kurtulmamız gerekmiyor; aksine onu var eden gerilim hattı içerisinde geliştirmek gerekiyor. Hem içeriden hem dışarıdan daimi bir belirlenim olsa da Campbell’ın söz ettiği ego kavramı, bana kalırsa Budizm’deki bilinç kavramına denk düşer şekilde ele alınıyor.
Şimdilik Son Söz📌
28 Ekim Pazartesi günü saat 21:00’de sadece kitap kulübümüzün üyelerine özel bir şekilde yapacağımız canlı yayın öncesinde kendi okuma pratiğimde ilgimi çeken yerleri toplamaya çalıştım. Hala üzerine konuşulacak tartışmalı çok şey var.
Yine de “Bu kitabın senin için özeti nedir?” diye soracak olursanız, okurken gülümsediğim bir bölümü paylaşmak istiyorum:
“Alan Watts, bana bir keresinde tercih ettiğim spiritüel uygulamayı sormuştu. Kitaplarda cümlelerin altını çiziyorum dedim. Her şey yaklaşımınıza bağlı.” (s.178)
Bu arada farketmişsinizdir, gelecek aylardaki kitapların hiçbiri doğrudan felsefe tarihindeki ünlü bir filozofun Devlet’i değil. Bunun bir sebebi var. Campbell ile günümüzde yeniden dirilen maneviyat konusunu, gelecek ayın kitabı Çalınan Dikkat ile teknoloji konusunu, Byung Chul Han ile verimliliği esas alan performans toplumunu konuşacağız. Bana kalırsa eğer akademik bir çalışma yapmıyorsak felsefe ile ilgilenmenin amacı bu gibi insana, yaşama, güne dair meseleleri değerlendirmek olmalı diye düşünüyorum. Aksi takdirde bir kitap kulübü değil; felsefe tarihi grubu olurduk.
Sevgiler,
Dilara


Merhaba,
Önce kitabı edinirken hemen bulamadığım için birkaç kitapçı dolaştığımda hepsi (haklı olarak) kişisel gelişim raflarına yöneldiklerinde oldukça endişelenmiştim. Kişisel gelişim kitaplarının bendeki çağrışımı oldukça olumsuzdur (duygu sömürüsü yapan şaklabanlar sürüsünün yarattığı haksız ekonomi vb fikrim). Ancak Dilara'nın önerdiği kitap ''bu bağlamda olamaz'' düşüncesiyle eleştirel gözle kitabı okudum ve hemen başlarda yine Dilara'nın aylar öncesinde ilgimi çeken 'evren öykülerden (*mitlerden) yapılmıştır, atomlardan değil' (M.Rukeyser_The Speed of Darkness) (*mitleri ben ekledim:) paylaşımı geldi. Ben evren atomlardan oluşmuştur diyenlerdenim:) Elementleri dünyanın yapı taşı olarak kabul etmezsek enformasyonun nasıl oluştuğunu ve yayıldığını nasıl bilebiliriz? İlişkisel-bağlantısal düşünmek atomların reddini zorunlu kılmaz.
Neyse kısaca kitapla ilgili düşüncelerimi buraya not düşeyim;
-sf.48-mitolojileri plesentası olmayan keseli hayvanların yavrularını korumak için kullandıkları keseyi, insan için (gerekli) mitolojiye benzetmesi, ardından kitabın ilerleyen bölümlerinde; kendini gerçekleştirmek için kahramanlık hikayeleri yazmamız gerektiğini devamla cesurca keseden çıkmayı salık veriyor. Yani referans noktam (önerilen) mitolojileri yıkıp yeni bir hikaye yazmaksa saf mutluluk o keseyi yırtmak anlamına geliyor dye okudum (bu bir tutarsızlıktır.
-sf.52-'Din yanlış yorumlanmış mitolojidir' üzerinde tartışılabilir. Engels din için 'yanlış bilinç' deyimini kullanmıştı, Marks'ın ise meşhur din tanımına yeniden bakmalıyız (okumayanlar için ilgili paragrafı özellikle tavsiye ediyorum). sf.55- 'bir tanrı manevi gücün kişileşmiş halidir.' Aklıma hemen Ksenophanes geldi. Onun mitoloji eleştirisini hemen ödünç alabiliriz. Aslında tanrıyı ontolojik olarak bir de yazar öldürüyor!
Bireyin ve toplumun özgürleşmesi (adil, eşit_ayrıcalıksız, kendinin efendisi olarak, sorumluluk alarak yaşaması), özgürler içinde özgür bir birey olabilmesi için (bir zamanlar mistik ve kozmolojik işlevi olan, ömrünü çoktan doldurmuş) mitolojilere ihtiyacı yok bana göre.
Kitap rekabetten bahsediyor (sf.64) ama dayanışmadan bahsetmiyor. Bu büyük eksiklik bana göre..
Uzattığımın farkındayım:) ama burada yazamadığım teknik eksik ve yanlışlıklarda var ki Dilara bunların bir kısmına değinmiş.
Sf 139 yaşamı boyunca toplumun özgürleşmesi için mücadele etmiş Karl Marks'a 'zayıflıklarımız için toplumu suçlamayı öğretir' demesi en kibar ifadeyle kabul edilemez.
Birde pek bilinmeyen bir not düşeyim sf 99 Wagner'in Nibelung Yüzüğü operasını kime atfetmiştir? Arthur Schopenhauer'e :))
Sonuç olarak;
Modern insan krizi (nihilizm_çürüme_dekadan) yaşıyor, bunu açık seçik görebiliyoruz. Ancak bunu aşmanın yolu (huşu içinde yaşamı mistifize edip) mitlere sığınmak değil bana göre..Yeni bir bilim anlayışı (bilimler sistemi) geliştirmek zorunda olduğumuz kesin. Türker hocamız da bunun işaretlerinin vermemiş miydi?
Sevgi ve Saygılarımla.
Henüz kitabı okumaya fırsat bulamamış olsam da dayanamayıp incelemenizi okudum. Şimdi daha da merak ediyorum ve yol gösterici metniniz için gerçekten çok teşekkür ederim.