Kitap İnceleme: Tüketim Toplumu
Jean Baudrillard'dan...
Merhaba!
Kasım ayı konuğumuz Jean Baudrillard’dan Tüketim Toplumu okumanız umarım iyi gidiyordur. Athenaum Kitap Kulübü’müzdeki aylık planlamaya uygun olarak ayın bu üçüncü haftası, kitaba dair notlar içeren biraz uzunca bir yazı hazırladım. Yazı uzun olduğu için mail kutunuzda okumakta zorlanabilirsiniz, buraya tıklayarak websitmizde okumanız önerilir.
Zorlananlar olduğunu biliyorum ama bu okumadan geçemeyeceğimiz bir çalışmaydı. En başından beri söylediğim gibi, bu kitap kulübü herkes daha iyi hissetsin diye tasarlanmış bir eğlence molası değil. Asli maksadımız, gerçekten bilinç düzeyimizin yükselmesine ufak da olsa bir katkı sağlaması.
Bu bültende kendi yorumlarımla metni açmaya çalışacağım. 24 Kasım Pazartesi günü Türkiye saatiyle 21:00’de ise kitaba dair online toplantı gerçekleştireceğiz. Bu canlı oturuma katılabilmek için ücretli üye olmanız gerekiyor.
1. Bu Adam Neyin Kavgasını Veriyor?
Bana kalırsa kitabı okurken yapılması gereken ilk şey, Baudrillard’ın “Tüketim kötüdür!” diyen basit bir kültür eleştirmeni olmadığını, üretim–tüketim, ihtiyaç–işaret, özgürlük–kod gerilimlerini açığa çıkardığını anlamak. Bu yüzden Baudrillard’ı kapitalizm eleştirisi kutusuna koyup rahatlamamalı. Çünkü o, üretimden çok, anlamın nasıl üretildiğiyle ilgileniyor. Bu belirleyici bir ayrım.
Bu yüzden ilk önerim, kitabı anlamın nasıl üretildiğini soran bir metin olarak okumayı denemeye davet olacak. Yani Baudrillard’ın derdi “Çok alışveriş yapıyoruz…” değil; “Nesneler ve imgeler dünyasında gerçeklik, mutluluk, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar nasıl yeniden kodlanıyor?” sorusudur.
O yüzden tüm süreç boyunca aklımızda tutmamız gereken üç ana sorumuz var:
Bu anlatılan hangi mitin peşinde?
Burada işleyen görünmez kod ne?
Bu kod kimin işine yarıyor?
2. Nesnelerle Kuşatılmış Tür
Baudrillard’ın tarif ettiği dünya, artık komşularla, akrabalarla, mahalleyle değil; nesnelerle ve bu nesneleri örgütleyen mekânlarla çevrili bir dünya.
Ev, teknik köleler ile yani çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, televizyon, klima, router gibi akıllı cihazlar dolu basit bir iç mekân olmaktan çıkıp bedenimizin ritmini ve gündelik ritüellerimizi programlayan bir komuta merkezine dönüşüyor. Dışarı çıktığımızda da aynı mantık sürüyor. Bu kez sokak mobilyaları, reklam panoları, vitrinler, AVM’ler ve ulaşım ağları, Henri Lefebvre’in dediği gibi, nötr bir zemin olmaktan ziyade toplumsal ilişkilerimizi belli bir biçimde üreten bir mekân üretiminin sonucu.
AVM yapısı, bu ekolojinin yoğunlaşmış hali bir bakıma. Walter Benjamin’in pasajlarda gördüğü erken kapitalist iç mekân kent fikri, burada iklimlendirilmiş, güvenlikli, denetimli bir bütünlük olarak karşımıza çıkıyor. AVM’yi kentsel dışarısını yani sokak tesadüflerini, beklenmedik karşılaşmaları, sınıf farklarının çıplak görünürlüğünü nötralize eden bir organizasyon olarak okumak mümkün. İçeride hava hep makbul bir sıcaklıkta, ışık hep aynı tonda, tehlike ve tesadüf minimize edilmiş durumda. Dahası, içeri girdiğimizde zaman duygumuz, yönelim hissimiz, neye bakacağımız, nerede durup nerede tüketeceğimiz artık bizim salt öznel seçimlerimiz değil; mekânın çizdiği rotalara göre yeniden kalibre oluyor. Bu mekan üretiminin başka bir zirvesi, muhtemelen hepimizin çok iyi bildiği, IKEA alışveriş merkezleri. Dilediğiniz an mekânı terketmeniz dahi mümkün değil; belirli bir rotayı takip etmek, arada sizin için belirlenen bir anda, bir şeyler yiyip içmeniz gerekiyor.
Kısacası mimarlık deneyimi, arzuyu ve hatta düşünme biçimini koreografisiyle belirleyen bir uzamsal yazı haline geliyor. İç mimarlığın felsefeyle kesiştiği, beni bilhassa entelektüel açıdan heyecanlandıran yer de tam burası. Mekân tasarımı, neyin mümkün, neyin görünür, neyin düşünülebilir olduğunun sınırlarını içten içe çiziyor.
Not: Canlı yayında bu mimari bağlamında sürpriz bir konuğumuz olabilir. Bu satırları yazarken aklıma geldi. Davet ettim, yanıtını bekliyorum.
3. Bolluk Miti vs Büyüme Toplumu
Raflar dolu, şehir ışıl ışıl, hizmetler çeşitlenmiş… Demek ki refah artıyor (-mu?)
Baudrillard’a göre, hiçbir toplum gerçekten refah toplumu değil; çünkü her toplum aynı anda hem yapısal fazlalık hem yapısal yoksunluk üretiyor. Yani zenginlik ve yoksulluk, aynı makinenin iki farklı çıktısı.
Biz büyüme toplumunda yaşarken hep aynı cümleleri duyuyoruz: GSYH artıyor, tüketim hacmi artıyor, kredi kartı kullanımı rekor kırıyor, havaalanı sayımız, otoyol uzunluğumuz, AVM metrekaremiz yükseliyor. Rakamlar bize sanki bir sağlık raporuymuş gibi sunuluyor. Değerler normalin üstünde, demek ki iyiyiz!
Oysa Baudrillard, bu büyümenin yan ürünlerinin de aynı tabloda ekonomik faaliyet olarak yazıldığına işaret ediyor. Çevre felaketine yol açan inşaat da GSYH’ya katkı; o felaket yüzünden yükselen sigorta sektörü de katkı; şehir planlamasız büyüdüğü için katlanan trafik, yakılan ekstra benzin, alınan ikinci üçüncü araba da katkı; ruh sağlığı çöktüğü için patlayan antidepresan satışları, terapi uygulamaları, wellness endüstrisi de katkı. Deprem sonrası yeniden yapılanma, seller sonrası altyapı onarımı, artan kriminaliteye karşı büyüyen özel güvenlik ve kamera sistemleri… sistem kendi açtığı yaraları sarmak için ürettiği her pansumanı başarı hanesine yazıyor.
Fast fashion bunun en iyi örneği. Tekstil, aile mesleğim olduğu için biraz daha içeriden biliyorum, her sezon kendimizi baştan yaratabilecek kadar çeşit var ama o bolluğun gölgesinde görünmeyen başka yoksunluklar birikiyor. Tekstil işçilerinin güvencesiz, sağlıksız koşulları, üretim bölgelerindeki su ve toprak kirliliği, her sene yakılan ya da gömülen tonlarca atık kumaş, beden algımızı sürekli bozan, her yeni trendde kim olduğumuzu yeniden kurmamızı talep eden bir kimlik yorgunluğu yaşıyoruz. Üstümüze aldığımız her uygun fiyatlı elbisenin içinde görünmeyen bir borç var aslında.
O yüzden Baudrillard, naif bir şekilde “Büyüme iyi midir?” diye sormuyor. “Bu büyüme kimin aleyhine işliyor ve hangi tür yoksunlukları üreterek mümkün oluyor?” soruyor. Büyüme söylemini bir zafer anlatısı olarak değil; yan etkileri de aynı anda hesaplanması gereken bir sistem stratejisi olarak okumayı öneriyor.
4. Tüketim ≠ Değildir İhtiyaç Karşılayan Faaliyet
Baudrillard’ın hamlesini burada yanlış anlamamak gerekiyor. O, kullanımı inkâr etmiyor; sadece kullanımın artık tek ve asli boyut olmadığını, nesnelerin ikinci bir katmanda anlam ve kimlik kodları olarak iş gördüğünü gösteriyor. Çamaşır makinesi elbette çamaşırı yıkıyor ama tek yaptığı şey bu değil.
Biraz özeleştiri yapacağım, bunu kendi evimde çok net görüyorum. İstanbul stüdyomdaki tüm beyaz eşyalar vintage/retro estetiğinde bir koleksiyon mesela. Ürünler retro olmadığı halde retro gözüksün diye daha fazla ödeme yapmış olmamı nasıl açıklayabilirim?
Ürünlerin gerçekten eski ya da ikinci el olmasına gerek yok; aksine, yeni üretilmiş ama eskiymiş gibi görünen modellere bir açıdan bilerek daha fazla para verdim. Burada ödediğim ekstra bedel, aslında işlev için değil; bir atmosfer, bir hikaye, bir kimlik kodu için. Retro beyaz eşyalar, tek tek cihazlar olmaktan çıkıp bir panopli’nin parçası haline geliyor: Stüdyonun ahşap zeminleri, seçtiğim renk paleti, duvardaki afişler, plaklar birlikte “Nasıl bir insanım, nasıl bir zaman duygusunda yaşıyorum?” sorusuna cevap veren nesneler dizisi oluşturuyor. Yani fazladan ödediğim para, suyu daha iyi soğutan bir buzdolabına değil; nostaljiyle, yavaşlıkla, tasarımla ilişkili biri olarak okunma arzusuna gidiyor. Baudrillard’ın dediği de zaten tam olarak bu, nesnenin kullanım değeri yerinde duruyor ama asıl yatırım yaptığım şey, onun işaret değeri.
O yüzden etrafınızdaki bir kaç nesneyi seçerek içten ve dürüst bir şekilde şu soruları kendinize sormanızı istiyorum:
Bu nesneyi kullanmasam hangi somut işim aksar, gerçekten neyi yapamaz hale gelirim?
Bu nesne hayatımdan çıksa, ben kim olmaktan vazgeçmiş gibi hissederim?
İlk soruya verdiğimiz cevap, nesnenin kullanım değerini; ikinci soruya verdiğimiz cevap ise tam Baudrillard’ın peşine düştüğü işaret değerini ortaya çıkarıyor. Hayatımızda vazgeçemediğimizi sandığımız birçok şey, aslında işlevinden çok, bize sunduğu hikayeden vazgeçemediğimiz için yerinde duruyor.
Bana gelirsek, özeleştiri yapabilecek kadar görüyorum, yine de vazgeçemiyorum.
5. Mutluluk ve Eşitlik Miti
Fransız Devrimi’nden miras aldığımız o soyut eşitlik ideali yani herkesin insan olarak eşit değerde olması fikri tüketim toplumunda başka bir şeye, daha gündelik bir şeye dönüşüyor: “Herkes aynı malları tüketebilsin!” ideali.
Mesela “Herkesin güzel bir kahve içmeye hakkı var!”, “Herkesin tatile gitmeye hakkı var.”, “Herkesin alışveriş yapmaya hakkı var.” dediğimizde fark etmeden, politik bir eşitlik fikrini, tüketim üzerinden kurulan bir eşitlik algısıyla yer değiştiriyoruz.
Mutluluk, nesne sahipliği ve konfor seviyesiyle ölçüldüğünde; eşitlik de yavaş yavaş aynı televizyona, aynı markaya, aynı AVM’ye, aynı tatil paketine erişebilme üzerinden tanımlanmaya başlıyor. Bu, ilk bakışta demokratik görünüyor. Sonuçta hepimiz aynı kahve zincirinde oturuyoruz, aynı telefon markasını kullanıyoruz, aynı platforma aboneyiz.
Fakat… Hepimiz reklamda gördüğümüz aynı kahveyi içebiliyor olsak da borçluluk düzeylerimiz, iş güvencemiz, zamana hükmetme imkânımız, yani hayat üzerinde gerçek tasarruf gücümüz aynı değil. Birimiz o kahveyi içmek için aylık bütçesinden ciddi pay ayırıyor, diğeri farkında bile olmadan otomatik ödeme yapıyor. Yani kağıt üzerinde eşit görünen deneyimlerin arkasında çok farklı kırılganlıklar var. Tam da bu nedenle yurttaşlık duygusu, kendi içimde bile, hak sahibi olmaktan çok satın alma kapasitesine doğru kayıyor. Özetle:
“Buna hakkım var” dediğimde başka bir şey söylüyorum
“Bunu hak ettiğim için aldım” dediğimde bambaşka bir şeye kayıyorum.
Çünkü birincisi siyasal ve etik bir zemine işaret ederken, ikincisi performans, başarı ve tüketimle iç içe geçen bir adalet duygusuna işaret ediyor. Hak kavramını ne zaman yurttaşlık bağlamında, ne zaman “kendimize bir şey ısmarlama” bağlamında kullanıyoruz?
Geçenlerde epey popüler tartışılan bir tiktok içeriği vardı. Bir kadın “Biz fakirlerle aynı kokmak istemediğimiz için bu parfüme bu kadar para veriyoruz zaten!” demişti.
Baudrillard’ın farklılaşma mantığı ve en küçük marjinal fark dediği şeyi okurken, tüketimin ihtiyaç dolduran bir süreç olmaktan çıkıp, başlı başına fark üretme makinesine dönüştüğünün en somut örneği işte bu aşağıdaki videoydu:
Nesneler işlevlerinden çok, aralarındaki mikro farklarla satılıyor. 76 renk seçeneği, sayısını bilmediğim kadar döşeme kombinasyonu, yüksek fiyatı, sınırsız paket türü ve dahası.
Uygulamalar bana (sözde) kişisel çalma listeleri açıyor, marka bültenleri “senin stilin!” diye sesleniyor, kahve bile karton bardağındaki yazıyla kişiselleştirilmiş oluyor. Bunların hepsi hem beni başkalarından ayırıyor, hem de çok dar bir gruba sıkıca iliştiriyor. “Ben böyle bir insanım!” diye anlattığım birçok tercih, aslında belli bir eğitim düzeyi, belli bir gelir seviyesi, belli bir şehir hayatı yaşayarak sosyalize olmuş biri olduğumu kodluyor.
Baudrillard’ın paradoks dediği yer tam olarak burası çünkü kişiselleşme diye sunulan şey çoğu zaman sınıfsal konumumlarımızı ve zevk repertuarımızı daha incelikli biçimde işaretlemekten ibaret. Yani hiç kişisel değil.
Burada başka bir pratik yapalım: Sizi, en çok siz yapan, üç nesne nedir mesela?
İlk anda bunların sizi benzersiz kıldığını sanıyor olabilirsiniz ama Baudrillard’a göre biraz deşince aslında ait olduğumuz kültürel grubun ne olduğunu ele verdiklerini görebiliriz. İşte bu, Baudrillard’ın “farklılaşmaya çalıştıkça modele daha çok bağlanma” tezi olarak ifade ettiği şey.
Hazsız Haz
Bu konuda geçtiğimiz günlerde twitter’da Doç. Dr. Enis Doko ile bir tartışmamız oldu. O, toplumların giderek hedonist bir karaktere büründüğünü iddia ederken ben gerçek anlamda hazzın olmadığını, bunun bir haz simülasyonu olduğunu söylemiştim. Kafamda son iki aydır okuduğumuz kitaplar yani Gösteri ve Tüketim Toplumları vardı. (Bahsedilen diyalogun tamamı için: https://x.com/pelindilaraclk/status/1985307158062194942?s=20)
“Hedonizm artık yok” derken burada kastettiğim şey, klasik anlamda hazcılığın yani bedensel, zamana yayılmış, gerçekten keyif veren hazların yerini bambaşka bir şeye bırakmış olmasıydı.
Anlamak için Baudrillard’ın “İhtiyaçlar üretimin meyvesidir.” cümlesini düşünelim. Sistem yalnızca nesneleri değil; o nesneleri haklı gösteren bir ihtiyaçlar dizisini de üretiyor. Mesela eskiden lüks olan şeyler, barista kahvesi, haftalık masaj, yoga stüdyosu üyeliği, son model telefon, mindfulness uygulaması şimdi normal kabul ediliyor; normal olan şeyler ise “kendine bakmamak, geri kalmak, kendine yatırım yapmamak” kategorisine düşüyor.
Ben bir kahve içtiğimde veya bir uygulamaya abone olduğumda çoğu zaman kendimi özgür irademle bir tercih yapmış gibi hissediyorum ama dürüstçe baktığımda, aslında belli bir kodu okuduğumu görüyorum: “Yoğun çalışıyorsun, bu molayı hak ettin”, “Kafanı toparlamak için bu meditasyon paketini almalısın”, “Üretken bir insanın zaten böyle bir cihazı olmalı”.
Londra’da yaşarken bu tuzağa neredeyse her gün düştüğümü görüyordum. Çünkü şehir, özellikle Canary Wharf bölgesi, bütünüyle bu mantalitede kurulmuş durumda. Bölgedeki gökdelenlerde çalışan insanlar öğle aralarında yer altına iniyor, mahallenin altı bünüyle dev bir AVM çünkü. Yukarıda çalışıp, aşağıda alışveriş yapıyorlar. Gerçek anlamda yer ile ilişkileri ise sıfıra yakın. Gördüğüm en distopik yerdi.
Burada ilginç olan, tüketimin artık haz üzerinden değil; görev üzerinden işlemesi. “Fun” denen şey, yapılması zorunlu bir aktiviteye dönüştü. “Eğlenmek zorundayım”, “kendime yatırım yapmak zorundayım”, “Boş zamanımı verimli geçirmek zorundayım”, “Bedenimi ve zihnimi optimize etmek zorundayım”. Tatil planı yaparken bile, gerçekten dinlenmekten çok iyi bir tatil tasarlama baskısıyla uğraşıyoruz; evde film izlerken bile “Bu film bana ne kattı?” filtresinden kurtulamıyoruz.
Böyle olunca ortaya çıkan şey, tam anlamıyla hazsız haz. Dışarıdan bakıldığında haz kategorisine sokulacak birçok etkinlik brunch, wellness, kurslar, mini kaçamaklar, self-care ritüelleri var ama onlar içeride çoğu zaman performans, denetim ve suçlulukla iç içe geçiyor. Ne tam dinlenebiliyoruz ne de gerçekten boşta kalabiliyoruz; hep bir yerlerde “kendini ihmal etmeme”, “geri kalmama”, “zamanı heba etmeme” emri çalışıyor.
Sonuçta çok tanıdık bir duygu kalıyor geriye, “Hiçbir şey yapmıyorum ama yine de yorgunum.” Klasik hedonistin en azından Epikürosçu bir çizginin aradığı türden dingin hazla hiçbir ilgisi olmayan ama “Kendine iyi bakıyorsun” diye pazarlanan, içi boşalmış bir haz rejimi bu. Birbirimizi kandırmayalım.
Boş Zamanın Yitimi
Veblen’in gösterişçi boş zaman kavramını sahiplenen Baudrillard, bugünün toplumunda zamanı hiçbir şey üretmeden çöpe atmanın neredeyse imkânsızlaştığını söylüyor. Geçenlerde bu konu hakkında yazmıştım:
Dinlenme bile performatif artık; detoks tatili, yoga retreat’i, sessizlik kampı, dijital detoks günü… “Durmak”, ironik biçimde, planlanması, optimize edilmesi, bir başkasına anlatılırken iyi görünmesi gereken bir proje. Hepsi, “Ben kendine iyi bakan, farkında bir insanım!” cümlesini imzalamak için satın alınan deneyimler haline gelebiliyor.
Yine bir pratik: Gerçekten hiçbir işe yaramayan, kimseye anlatmayacağımız, fotoğrafını çekmeyeceğimiz, adını bile koymayacağımız anılarımız var mı?
Tüm bu bağlam düşünüldüğünde Baudrillard’ın okura gizli daveti bence şöyle okunabilir: “Ne istediğini” düşünmekten çok, “Benim adıma, benim yerime kim istiyor?” sorusunu sormak. Özetle, kitap böyle.
Fikirlerinizi merak ediyorum, gelecek pazartesi günü canlı buluşmada bol bol tartışacağız.
O zamana dek, sevgiler.
Dilara












