Kitap İnceleme: Olmak Cesareti
Paul Tillich Anlatıyor...
Merhaba!
Aralık ayı konuğumuz Paul Tillich’den Olmak Cesareti okumanız umarım iyi gidiyordur. Athenaum Kitap Kulübü’müzdeki aylık planlamaya uygun olarak ayın bu üçüncü haftası, kitaba dair notlar içeren biraz uzunca bir yazı hazırladım. Yazı uzun olduğu için mail kutunuzda okumakta zorlanabilirsiniz, buraya tıklayarak websitmizde okumanız önerilir.
Bu bültende kendi yorumlarımla metni açmaya çalışacağım, bunu yaparken Tillich’in baş kitabı Dynamics of Faith’den de faydalanacağım. 29 Aralık Pazartesi günü Türkiye saatiyle 21:00’de ise kitaba dair online toplantı gerçekleştireceğiz. Senenin son buluşması olacak! 🤓 Bu canlı oturuma katılabilmek için ücretli üye olmanız gerekiyor. Kitap Kulübü okuyucu destekli bir oluşum.
Tanrının Üstündeki Tanrı
Bir insan Tanrı hakkında konuşurken Tanrı’yı nesne olmaktan nasıl kurtarır?
Böyle bir soru sanki teoloji konuşacakmışız hissi verebilir ama aslında varoluşsal bir sorudur. Çünkü Tanrı’yı nesneleştirdiğimiz anda, yalnızca Tanrı’yı değil, insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi de belirli bir çerçeveye hapsederiz. Tanrı’yı orada bir yerde duran, gözleyen, müdahale eden, hesap tutan bir varlık olarak düşündüğümüzde, insanı da kaçınılmaz olarak gözetlenen, değerlendirilen, ölçülen bir nesneye dönüştürmüş oluruz.
Bu yüzden soru şudur: Tanrı’yı nesne olmaktan kurtarmak, insanı neye maruz bırakır? Nasıl bir varoluş ile yüzleşmem gerekir?
Bu ayki konuğumuz Tillich, Tanrı’yı ontolojik bir yanıt olmaktan çıkarıp bir yönelim, bir derinlik, bir zemin olarak düşünmeyi mümkün kılıyor. Fikre, açıkcası, bayılıyorum! Burada anlatılanların hiçbiri “nesnel” bir Tillich yorumu olma iddiası taşımıyor. Zaten “nesnel yorum” fikri başlı başına bir oksimoron. Tillich’i kendi felsefi yönelimim doğrultusunda eğip büküyor, benim için anlamlı olanı alıyorum. Bu da gizli bir niyet değil; açık bir metodolojik tercih. Tillich’i seçmemin nedeni de tam olarak bu esnekliğe, bu geçirgenliğe izin veren bir düşünür olması. Elbette üfürmüyorum kaynaklara dayanıyorum.
Şimdi konuya bodoslama dalalım. Klasik teoloji Tanrı hakkında tek bir temel soru etrafında döner: “Tanrı var mıdır?”
Türkiye’de din felsefesi popüler bir alan. Tartışmaların şöyle döndüğünü görürsünüz: Tanrı’nın varlığı lehine argümanlar, yokluğu ve imkânsızlığı lehine argümanlar… Bunların böyle tabloları vardır; kişiler argüman çarpıştırarak mantık oyunu ya da bir satranç gibi tartışırlar. Bunun sadece entelektüel zevkin ürünü olduğunu düşünmekten kendimi geri alamıyorum. Şimdi burada detaylarına girmeyeceğim ama gelecek günlerde mutlaka konuşmak istediğim Hume–James hattında gelişen mizaç meselesi, yani inancın aklî bir seçim olmaktan ziyade iradî bir eğilim olması; dolayısıyla aklın son kertede hiçbir rasyonel argümanı seçmediği, onun yerine mevcut eğilimlerini gerekçelendirmek üzere çalışan bir işçi olması fikrini kesinlikle benimsiyorum. Bu yüzden de davetlere rağmen tanrı üzerine tartışmak ilgimi çekmiyor mesela, çünkü bence soru yanlış.
James olsa şöyle derdi: “Felsefe tarihinin büyük bir kısmının aslında insan mizaçlarının çatışmasıdır.”
Tanrı var mı yok mu sorusu benim tezimde de kitabımda da “var veya yok, hem var hem yok, deneyime bağlı” şeklinde geçtiğim ve bence asıl önemli meseleyi perdeleyen bir konu. Nedir o önemli konu? Tanrı kavramı hangi anlam ilişkilerini perdeliyor? Yani Tanrı’yı metafizik bir varlık olarak düşünmek yerine, insanın varoluşunda beliren bir yönelim olarak görmek.
Tillich de burada beliriyor. Zaten yazarı bu sayede keşfetmiştim. Bir teolog olmasına rağmen, (başka türden bir teolog), Tillich de tanrının varlığına dair sorunun kendisini problemli bulur ve yönü tersine çevirir. Şöyle sorar: “Bu soruyu neden soruyoruz?” “Neden tanrı gibi bir problemimiz var?” Ya da “Bu soru hangi kaygıdan doğuyor?” Asıl mesele buralarda beliriyor. Yani bir varlık olarak tanrıyı değil; insanın bir yönelimsel ufku olarak tanrıyı düşünmek.
Çünkü Tanrı’yı bir araştırma nesnesi haline getirdiğimiz anda, Tanrı’yı zaten kaybetmiş oluyoruz. Bu yüzden Tillich’in meşhur cümlesini anımsayalım: “Tanrı’nın varlığı tartışılamaz; çünkü Tanrı varlık kategorisine ait değildir.”
Şimdi... buralarda alttan alta deriiin bir Heideggerci hat var. Tillich de zaten Heidegger’den çok etkileniyor. 1924–1925 yıllarında Marburg Üniversitesi’nde Heidegger’le aynı dönemde bulunuyor ve Heidegger’in derslerinden etkilenir.
Bilmeyenler için Heidegger 101 Notu
Heidegger’e göre “nedir, var mıdır” gibi sorular esasen ontolojik değildir, ontiktir. Heidegger, fenomenolojik duyarlılığıyla şunu söyler: Biz insan olmayı deneyimliyoruz ve insan olma hali bizim indirgeyebileceğimiz bir şey değildir; insan olduğumuz için çevremizdeki her şeyle belirli bir yönelimle yaklaşıyoruz. Dolayısıyla dünya, varlık, artık her ne ise, onun varlığından söz ettiğimde esasen insan için, benim için anlamını konuşuyorum; farkında olsam da olmasam da. Ki bu, bugün yapay zeka araştırmalarına sıçramış çok haklı bir fikirdir. (Bakınız Hubert Dreyfus) Dreyfus, Yapay zekanın güçlü, insan seviyesinde bir zekaya ulaşabilmesi için ilgi ve yönelimsellik meselesini masaya yatıran bir araştırmacıdır. Biz etrafımızdaki her şeyle objektif biçimde ilgilenmiyoruz; bazı şeylere, bazı şekillerde, bazı nedenlerden yöneliyoruz. Yani burada fenomenolojik bir epistemoloji vardır.
Bu arka planla geri dönelim Tillich’e. Ne demişti?
Tanrı’nın varlığı tartışılamaz; çünkü Tanrı varlık kategorisine ait değildir.
Bu kısım, bende açtığı kapılarla şaşırtıcı biçimde Taoist bir duyarlılıkla kesişiyor. Taoizm’de “Söylenebilen Tao, Tao değildir” denir. Çünkü bir şeyi söylediğin anda, onu bir varlık kategorisine, bir nesneler alanına dahil etmiş olursun. Tao ise tam da bu nesneleştirmenin öncesinde duran, bütün yönelimlerin mümkün olduğu derinlik ufkudur. Tillich’in Tanrı anlayışı da buna benzer biçimde, “orada bir şey” olmaktan ziyade, “olmanın mümkünlük koşulu”dur.
Tillich’in “başka türlü” bir teolog olmasının temelinde, geliştirdiği korelasyon yöntemi yatar. Ona göre teoloji boşluğa konuşamaz. Yani Heidegger’in ontik sorular dediği, nedir soruları teolojinin konusu olamaz.
İnsan varoluşunun sorduğu sorular temele alınmalıdır: yabancılaşma, kaygı, sonluluk, anlamsızlık, suçluluk… Felsefe ve varoluşçu analiz bu soruları formüle eder. Teoloji ise bu sorulara hazır cevaplar fırlatmak yerine, sembolik bir dil aracılığıyla yanıt vermeye çalışır. Tillich bu yüzden kendi teolojisini “apologetik” olarak adlandırıyor, yanıt veren, ilişki kuran, korelasyon gözeten bir teoloji. “Yukarıdan düşen vahiy” anlayışının aksine, Tillich’e göre modern insan ancak kendi varoluşsal durumuyla ilişkilendirilebilen bir dil aracılığıyla kutsalla yeniden temas kurabilir.
İnsan sonludur ve maalesef bu sonluluğun farkındadır, sonlu olduğu için kaygı duyar. Kaygı duyduğu için anlam arar. Anlam aradığı için de kendisini bir “nihai ilgiye” yöneltir. Bu Tillich’in metinlerinde ultimate concern denilen şeye denk düşer. İnanç anlayışı tam burada devreye girer. İnanç, ne bir bilişsel yargıdır ne de bir psikolojik duygudur… Burayı biraz açalım.
Günlük dilde “inanç” denince akla genelde iki şey gelir: “Tanrı’ya inanıyorum / inanmıyorum” gibi bir bilişsel yargı veya “içimde bir huzur, bir güven hissediyorum” gibi psikolojik bir duygu.
Tillich ikisini de reddeder. İnanç, ona göre, bir hissiyat değildir. Çünkü insan bir gün huzurlu hisseder, ertesi gün kaygılı; duygular gelir geçer. Tillich’in aradığı şey, insanın bütün varlığını yönlendiren daha temel, daha sert bir yapıdır.
O yüzden şöyle der: “Faith is the state of being ultimately concerned.”
Tillich’in ifadesiyle, inanç insanın nihai olarak önem verdiği şeye yönelmiş halidir. Bu koudan Dynamics of Faith kitabında bahseder. Yani uğruna yaşadığın, seni en derinden yöneten, bütün seçimlerini belirleyen merkezdir inanç.
Bu merkez zorunlu olarak “dini” olmak zorunda değildir. Bir millet, bir ideoloji, para, başarı, aşk, sanat ya da yaşamın kendisi bu nihai ilgi hâline gelebilir. Tillich’in cümlesiyle:
İnsan neyi son yenilmez değer olarak kabul ediyorsa, onun tanrısı odur.
İnsan her zaman bir şeye inanır; soru, inanıp inanmadığı değil, neye inandığıdır. İnanç, bütün kişiliği biçimlendiren yönelimsel bir yapıdır; bir duygu değil, varoluşsal bir konumlanıştır.
Buradan Tanrı anlayışının ontolojik dönüşümüne geliyoruz. Tillich, Tanrı’yı bir “varlık” olarak tanımlamayı reddeder. Tanrı, varlıklar arasında en yüce olan değildir; bizzat-varlıktır. Var olmanın kendisi, varoluşun gücü, derinliği, zeminidir. Yani Tanrı bir cevap değil, tüm bu insani sorularımızın derinliğidir.
Bu ay okuduğumuz Olmak Cesareti de burada devreye girer. Tillich’in bize şunu sorar: “Hiçliğe rağmen kendinde kalma cesaretini nereden buluruz?”
Bu cesaret, kaygıyı ortadan kaldırmak değildir; kaygıya rağmen var olmayı onaylayabilmektir.
Kaygı üç biçimde ortaya çıkar:
Kader ve ölüm kaygısı,
Boşluk ve anlamsızlık kaygısı,
Suçluluk ve kınanma kaygısı.
Bu kaygılara verilen patolojik tepkiler ise sahte güvenlikler üretir, gerçekdışı kesinlikler, kusursuzluk fantezileri, mutlak güvenceler…
İşte tam burada Tanrı’nın “kozmik ebeveyn” olarak talep edilmesi devreye girer. Gözetleyen, müdahale eden, ödüllendiren, cezalandıran bir Tanrı arzusu masum değildir. Bu arzu, insanın belirsizliği tolere edememe, varoluşun riskini üstlenmeme isteğinden doğar. Tillich’in eleştirdiği şey Tanrı değil, bu Tanrı talebidir. Olmak Cesareti’nde şöyle söyler: “Tanrı bir varlık olarak düşünüldüğünde, insan özgürlüğünü tehdit eden bir egemen figüre dönüşür; bu yüzden de öldürülmesi kaçınılmaz hale gelir.” Burada kimleri hatırlıyoruz, Freud’u, Nietzsche’yi değil mi?
Çünkü burada talep edilen şey, Tanrı’dan çok, güvenliktir; kozmik ölçekte işleyen bir ebeveyn figürüdür. Tillich’in yaptığı şey tam da bu arzuyu problemli hale getirmektir. Çünkü ona göre bu Tanrı talebi masum değildir. Bu talep, insanın kaygıyla yüzleşmekten kaçma isteğinden, belirsizliği tolere edememesinden ve varoluşun riskini üstlenmek istememesinden doğar.
O yüzden Tillich’in cevabı “Tanrı yoktur” değildir. Tanrı’nın üstündeki (nesne olan tanrının üstündeki) Tanrı’yı bulmalı. Yani Tanrı tasarımlarımız çöktüğünde, güvence veren figür dağıldığında, kavram yıkıldığında bile, varoluşu mümkün kılan daha derin bir zemin kalır. İşte asıl mesele odur.
Bu bülteni bir soruyla kapatıyorum.
Tanrı kavramlarımız mı yetersiz, yoksa biz hala vesayet mi arıyoruz?
Fikirlerinizi merak ediyorum, 29 Aralık Pazartesi günü canlı buluşmada bol bol tartışacağız.
O zamana dek, sevgiler.
Dilara





